Zamanın ruhunu yakalamak!…

Her sabah uyandığımızda yeni bir gündem maddesiyle karşılaşıyoruz. Kimi zaman bir zam haberi, kimi zaman bir doğa olayı, kimi zaman bir siyasi açıklama… Dünya hızla değişiyor ve biz, bu değişimin tam ortasında, hem tanığı hem de parçası oluyoruz.

Artık bilgiye ulaşmak bir tık uzağımızda. Ama ne garip ki, bunca bilgiye rağmen gerçeklere ulaşmak, doğru ile yanlışı ayırt etmek giderek daha zor hale geliyor. Gündem artık sadece olup biten olaylardan değil, o olayların nasıl sunulduğundan ibaret. Başlıklar büyüyor, cümleler sertleşiyor, her şey biraz daha sansasyonel hale geliyor.

Peki bu hızın içinde ne kaybediyoruz?

Dinginliği.

Derin düşünmeyi.

Empatiyi.

Toplumsal olarak kutuplaşmanın, öfkenin ve tahammülsüzlüğün arttığını gözlemlemek zor değil. Herkes bir fikre sahip, ama kimse karşısındakini duymaya yanaşmıyor. Oysa bu ülkenin en büyük zenginliği, farklılıkların bir arada yaşayabilmesiydi. Aynı sofrada farklı düşünen insanların oturabildiği bir kültürden geliyoruz biz. Bugün o sofralar sessizleşti. Çünkü insanlar konuşmaktan çok tartışıyor, dinlemekten çok haklı çıkmaya çalışıyor.

Ekonomik şartlar zor, hayat pahalılığı herkesin omzunda bir yük. Gençler umut arıyor, ebeveynler gelecek kaygısı taşıyor, emekliler hayata tutunmaya çalışıyor. Ama bütün bu zorlukların arasında bile, hâlâ iyi şeyler oluyor. Bir çocuğun gülümsemesinde, bir öğretmenin özverisinde, bir doktorun gecesini gündüzüne katmasında, bir yardım kampanyasında… Umut, hâlâ var. Ama onu görmek için biraz yavaşlamak gerekiyor.

Belki de artık en çok ihtiyaç duyduğumuz şey; gündemi sadece tüketmek değil, anlamaya çalışmak. Duyduğumuz her cümleyi değil, sorguladığımız cümleleri konuşmak. Sosyal medyanın değil, vicdanımızın sesine kulak vermek. Çünkü gündem gelip geçer; ama bıraktığı izler, bizi biz yapan değerlere ne kadar sahip çıktığımızla şekillenir.

Ve unutmayalım; değişim büyük laflarla değil, küçük ama samimi adımlarla başlar.